Günlerden kış; rüzgar
sinmiş uzak köşeye, bir puslu hava sarmış etrafı. Uzağı görmekten aciz
gözlerimiz sadece yakınları seçiyor, o da pek net değil. Seçebildiğimiz yüzler
mutsuz ve renksiz, hava titretmenin ötesine geçmiş, kalplerimizi katılaştıracak
kadar soğuk. Kurdun havası...
Ben seyretmedim,
seyretmiyorum Kurtlar Vadisini ya da benzeri dizileri, ne şimdi ne bir başka
zaman. Kurtlar sokakta zaten ve yaşadığımız şehirde apaçık bir vadi. Kanlı,
canlı herşey gözümüzün önünde olup bitiyor. Ne ararsanız, entrikalar,
cinayetler, patlayan bombalar, sıkılan kurşunlar. Ama beni bitiren ne biliyor musunuz?
O uzun bakışmalar, işte onlar bitiriyor beni. Dakikalar geçiyor seyrediyoruz ve
seyrediyoruz o “çok şey anlatan!” bakışmaları.
Aklıma Cem Karaca
geliyor, "Kır kalemi kes cezamı yaşamayı neyleyim / Namus belasına
kardaş, verdiğimiz can bizim" diye bağırıyor kulaklarımda. Çocukluğumun radyo
programlarından bilirim şarkıyı, "At bizim avrat bizim silah bizim şan bizim / Namus belasına kardaş verdiğimiz can bizim". Yalan yok güzel gelirdi kulağıma bu sözler. Bu sözlerin bir sıkıntı ifadesi, belki de bir nevi isyan olacağı hiç gelmemişti çocuk aklıma.
İşi siyasete, dine dökmeyin, onlar/biz tartışması yapmayalım akşam akşam. Toplumsal konulardan bahsederken siyaset yapmadan, dinden sözetmeden, onlar ve en akıllı bizler olmadan bir yere varmak mümkün değil elbet... Yine de konumuz siyaset ya da din değil bu gece. Olabildiğince tabi!!!
İşi siyasete, dine dökmeyin, onlar/biz tartışması yapmayalım akşam akşam. Toplumsal konulardan bahsederken siyaset yapmadan, dinden sözetmeden, onlar ve en akıllı bizler olmadan bir yere varmak mümkün değil elbet... Yine de konumuz siyaset ya da din değil bu gece. Olabildiğince tabi!!!
Bahsetmek istediğim
kaybolup giden değerler, hani şu altını boşaltıklarımız. Hepsini bildiğimiz,
ama altını – üstünü, içini – dışını boşaltığımız, karnımızı doyurmayan
değerler. Burada saymama gerek yok, biliyoruz bizi insan yapan, bir arada huzur
içinde yaşamamızı sağlayacak değerlerin neler olduğunu.
Şöyle bir bakacak olsak
manzaraya, Kurtlar Vadisine kaptırıp gitmiş memleketimde toplumları gelişmiş
sınıfına sokan değerlere uzak düştüğümüzü görmemek mümkün değil. Gelin bir
başka taraftan, karın doyuran perspektiften bakalım duruma. Yakın tarihinde
paranın böylesine hızlı el değiştirdiği az sayıda ülke vardır. Nedenleri,
doğruları, yanlışları bırakalım şimdilik bir kenara, sonuçlara bakalım kestirmeden.
Osmanlı’nın son yıllarında Ermenilerin, arkada II.Dunya savaşı devam ederken
genç Cumhuriyetimizde Musevilerin, on yıldan az bir zaman sonra Rum
vatandaşlarımızın başına gelenler çok kısa özetlenirse paranın el
değiştirmesiyle sonuçlanmış, yeni bir orta sınıf ortaya çıkmıştır.
Askere gönderdiği
erkeklerinin çoğunu Balkanlar’da,
Sarıkamış’ta, Çanakkale’de, Şark’ta, ardından Kurtuluş Savaşında
kaybetmiş, hanedanı bir kısım avanesiyle birlikte sürgüne göndermiş genç
cumhuriyetin el değiştiren zenginliği toplumun hangi kesimine teslim ettiğini
düşünmeyi sizlere bırakıyorum. Küçük ipucu vermek gerekirse Varlık Vergisi’nin
uygulandığı yıllarda basının sıklıkla - sanki el değiştiren işletmelerin eski sahipleri Türk vatandaşı değilmiş gibi - önemli işletmelerin millileştirilmesinden
duyduğu memnuniyeti açıkladığını söylemekle yetinelim.
Bu gün geldiğimiz noktada
benzer bir süreci yaşıyoruz. Geçmiş zaman muktedirlerinin devir aldıkları
zenginliği büyütmekten ziyade keyfini sürme konusunda daha başarılı olduklarını
yaşadıklarımız gösteriyor. Bir türlü yeterince büyümeyen pastadan pay almak
konusunda uzun süre bekleyen ve bu bekleyiş sırasında – haklı ya da haksız – hor
görüldüğüne inanan geniş kitlenin güç kazandığı bir döneme girdik. Zamanında
yeterince büyütülmemiş pastanın daha yaygın kitle tarafından paylaşılması ise
belli ki kimselere yeterli gelmiyor. Güçlenen taraf pastadan daha çok, daha da
çok pay istiyor. Para yine el değiştiriyor. Aynı pastanın dilimleri farklı
sofraları süslemeye başlıyor.
Yukarıda sofra derken
bahsettiğimiz elbette pasta dilmlerinin altında kalan sofra, yani
yiyemediğimiz, karnımızı doyurmayan sofra... Karnımızı doyurmayan bu sofra gücü
yetse doyuracak ruhumuzu. Ne varki her el değiştirdiğinde para, sil baştan
kuruluyor. Yeni eller içinden geldikleri örselenmiş, ötekileştirilmiş kültürleriyle
baştan yorumluyor, öncekilerin henüz biriktirmeye başladıklarını. Sofra yani
işin karın doyurmayan kısmı, yeniden şekilleniyor. Gözlerimizin önüne kurulan
sofra başkalaşıyor, yabancılaşıyoruz kendi soframıza. Daha fenası tüm toplum
yabancılaşıyor değerlerine. Bu yeni yorumu beğenmeyenler her kesimden. Bir
hırka, bir lokma yeter diyenler bir yanda, diğer taraftan duymamak mümkün değil
– her gün biraz daha zayıflasa da – eski sofraların kerametini anlatanların seslerini.
Öyle ya da böyle kuruluyor
sofralar bu vadide. Yeni muktedirler, adı üstünde yeniler. Ne yazık kısaca bi
haberler şehr-i şahanenin kendinden menkul menkıbelerinden. Fonda hala
türküsünü söylüyor Cem Karaca; "At bizim avrat bizim silah bizim şan bizim / Namus belasına kardaş verdiğimiz can bizim"